9 Eylül 2016 Cuma

LÂF Ü GÜZÂF ÇIKMAZI

Bülent Bulut

2

Herkesin terk edemeyişleri vardır elbet, zaten monotonluk atfettiğimiz günlerimizin bize geri dönüşleri böyle, diyebilirsiniz, haklısınız da. Dünya meşgaleleri bunu gerektiriyor. İnsanlıktan dem vuracağımız nadide anlarımızı aldılar elimizden, mecburiyetlerimiz ve dahi sorumluluklarımız var. Yol uzun, zaman kısa ve yorgunuz. Hayatın artık kök salamayacağı mutantlara dönüşmüş bile olabiliriz -buna gülün lütfen.- Bütün bunlara rağmen iki kirpiğimizin arasında olan zamandan biraz sıyrılıp hayal dünyamıza doğru yol alalım.

Hayaller zamana ait olgular değildir. Zamana ait olmadıkları gibi bir mekân aidiyetleri de yoktur. Türlü türlü roller biçeriz kendimize. Kontrol hep bizdedir çünkü, kontrolümüzde olmayan rüyalara inat.

Hayaller bize yeni zamanlar ve mekânlar oluşturur. Örneğin sırtınızda tekli bir koltukla yeni evinizin merdivenlerini çıkarken lüks bir masaj salonunda dinlenebilir, masa başında bilgisayarla uğraşmaktan beyniniz yanmışken imrendiğiniz birisinden rol çalabilir veya bacağınız kırık bir hâlde hastane odasında uzanırken capoeira yapabilirsiniz. Basit velakin hayaldir en nihayetinde. “Hayaller de nereden çıktı şimdi” diyebilirsiniz tabii. Fakat size edebîleşmek ve ebedîleşmekten bahsetmem gerekiyorsa hayalleri es geçemem. Tıpkı hisleri de es geçmeyeceğim gibi...

Edebîleşmekten bahsedeceksek hislerin ve hayallerin bir ahenk oluşturması gerekir. İlhamın arz-ı endam edeceği bir gönül hâli ancak böyle mümkün. İşte, o zaman insan olmaya bir adım daha atmışız demektir.

"Ne yani! Bu hâlde olanlara bile tam manasıyla insan denemiyorken kendimizi nasıl tanımlayacağız?" cinsinden zekice bir soruyu kendinize sorduğunuzu varsayarak diyorum ki; çoğunluğumuz “insansılarız” -bu tabiri hak ettiği bir anlatımla genişletmeyi bir borç bilirim- görüntü itibarı ile insanız yani.

İçiniz rahat olsun, ilhamda insan ya da insansı şartı aranmaz. Aynı şekilde zaman ve mekân şartı da. Bir his ve hayal ahengi içerisinde olsanız da o durum geçtikten sonra bile gelebilir ilham. Bunu ruhumuzda hissettiğimiz derûnî rezonanstan anlayabiliriz. Zaten bu yüzden adı ilhamdır: “ilahi bir ikram.” Bu ikram kimden geliyorsa yerini de vaktini de o tayin edecektir. Bu konuda dikkat edilmesi gereken tek gerçek ve can alıcı nokta şudur ki, edebî olmak adına yalancı eserler türeterek kendimizi ve dahi başkalarını kandırmak gibi bir duruma düşmekten sakınmalıyız. Nasıl mı? Tek bir örnekle açıklayayım, kâfi. Misalen birisini karşılıksız sevmeden yani aşka en yakın o duyguyu tatmadan -ki efsunlu bir takım kelimeler de dimağınızda hâl-i hazırsa- edebî olarak çok güzel bir sevda şiiri yazabilirsiniz; lakin o şiir ebediyet ekseninde yaşanmamış olduğundan sinelerde hiç yazılmamış kabul edilecektir. En azından benimkinde…

İşte, bu denli hisler ve hayaller hengâmesinden çıkacak olası ahenkte kendimize dürüst kalabilirsek edebîleşme artık bizim için bir süreç olmaktan çıkacaktır. Ve edebîleşmeden kastımın da tüm “sanat benliği” olduğunu eklemeden geçmek istemiyorum.

Şimdi edebîleşen insansıdan ebedî insana doğru yol alalım...

"Ebedî olmak" tabiri başlı başına bir ilgi tasallutuna uğruyor değil mi? O uçsuz bucaksız insan semasına başını kaldırıp bakmaya cüret edebilenlerin yani edebî insansıların hak edişleridir ebedî insan olmak. Bu da ancak arkanızdan bir eser bırakmak ile mümkün olacaktır. Zamansızlık ve mekânsızlık âleminden gelip hiçlik kapısına varan ve akabinde zamana ve mekâna bırakılmış bir nişane: eser.

Sevgili okuyucu! İşte, sen bu eserlerle hatırlandığında ebedîsin.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder