20 Mayıs 2017 Cumartesi

İyi Bir Adam Değilim

Mustafa Yıldız

ifade vermeye hazır bir yüzle çıkmam mümkündür karşınıza
sizin yapıldıysa atamanız sorgu sual memurluğuna tanrılarınızca

sersemliğin zirvesine başarısızlığın bayrağını asıyorum
uğursuz bir tabelanın altında.
pas tutmuş demirlere benzedim, ben çok eskidim şu yüreğimle
büyüsünü kaybetmiş bu tabelanın boyunduruğunda.
gark olmak işten bile değil kurumsallaşmış kronik acılara
biraz ciddileşebilsek saat hep altı kırk beş

iyi bir adam değilim.
rahat edemezsin yerde yatma diyenlere gülüyorum doya doya.
madalyası asılı dururken boynumda yenilmişliğin
galibim diyemem ya soranlara.
iyi bir adam değilim en çok da mayısta
merdivenlerin nasıl çıkılacağını hatırlayamıyorum
bu kadar iyi değilim işte.

asansörler hiç iyi gelmiyor ayaklarıma
hoş karşılanmıyor ruhumca.
uzun ve soğuk koridorlarda sıkışmış bir adamın kalbine
neyin iyi geldiği bilgisi gelmiyor aklıma.
çoktandır bir yarısı aklımın hep kuzeyli rüzgârlarda.
kalbimin nerede olduğu kapalıdır bütün iddialara
çekilmesi teklif dahi edilemez böylesi karmaşık mevzulara
ama aklım juliette binoch’a, gitmeyi hatırlatan
o kuzeyli rüzgârlarda.
unutmadığım bazı şeyler de var muhakkak
iyi gelmediğini çikolatanın baş ağrısına
bir kere ölmenin nasip olmadığını her insana
attığım son saniye üçlüğünün bizi mağlubiyetten
kurtaramadığını hiç unutmadım mesela.

konsantre olmayı ben de istiyorum bilseniz hem nasıl
ah bir konsantre olabilsem diyorum doya doya
sûnî tebessümlerin dayanılmaz sıcaklığına
ve en çok da insanı şaşırtan aldatıcılığına

iyi değilim ben sizce, kaç aydan bu yana ama en çok mayısta
buğulanmış camlara ne yazılacağını hatırlayamıyorum
insanlığınıza yapılmış en büyük kötülüğüm bu aslında
ben bu kadar kötüyüm işte.

benimle aşağıya gelir misin
malum… merdivenler… hatırlayamıyorum
o ilaç yanımda değil, belleğimi dirilten.
kendisini hatır sormaya mecbur hisseden insanlara
ar kabul etmeyen damarlarında kan dolaştıranlara
vallahi hatırlamıyorum, ne denirdi
mahcup olmak istemem, gel benimle
şu kapkaranlık ve küflenmiş odaya.
saat hep altı kırk beş.

bir fırsatını bulup bir düzenbazlık yapıp kahkahalar atacağım
fakat gülmeye nereden başlamalıyım oğuz
hatırlayamamak belleğime has madem
ağlamak veya gözyaşı neden gözlerime?

bana einstein’ı anlat oğuz
bana izafiyet kuramını anlat
ya da boş ver hiç uğraşma
herkesi olduğu kadar göreyim bundan sonra.

Martılar

Nurullah Yiğit


uçun martılar uçun, gidin memleketime
yârin omzuna konun ve dokunun tenine
öyküler getirin bana uzak diyarlardan
yârin gerdanından, çölden, Orta Doğu’dan
bana bir tel saç getirin, altından sedirin
samyeliyle sımsıcak rayihalar getirin

üflememişse eğer hâlâ İsrafil sûru
durdurmadan henüz Mikâil yağmuru
kirli ellerle günahsızlara dokunmayın
tövbeler getirin bizlere, sevaplar sayın
anneler gibi doldurun kandan kumbarayı
ve unutmayın o en sona kalan martıyı
bu yükü taşıyın, hem hafiftir hem ağır da
henüz yıpranmamış taze kanatlarınızda

âh, âh martılar. kandırıyor insanlar sizi
kandırıyor insanlar herkesi, sizi, bizi

nasılsa dağlar denize paralel değil mi?
yoksa denize mi paralel koskoca dağlar
her neyse Albatros, bunun ne önemi var
kuşlar uçuyorsunuz değil mi? kuşlar, kuşlar.

KANUNÎ'DEN SÜLEYMAN EFENDİ'YE

Mücahit Kılıç

Kadim ve köklü edebiyatlar dönem dönem değişimlere ve dönüşümlere uğramaktadırlar. Bu durumun en bariz örnekleri Türk edebiyatında görülmektedir. Buna örnek olarak Tanzimat Dönemi edebiyatının klasik edebiyat karşısında verdiği değişim mücadelesini görmekteyiz. Aslında buna tam bir mücadele demekten ziyade bir doğa kanunu olarak bakabilmek daha uygun olsa gerek. Bu değişimin yalnızca bir örneği olarak ele alınabilecek dönemlere detaylı olarak göz atmamız elbette şu an için düşünülemez. Biz biraz daha modern zamana doğru ilerleyelim. Cumhuriyet Dönemi Türk edebiyatı, içerisinde birçok edebî hareketi barındırmaktadır. Bunlardan birisi de Garip Hareketi'dir. I. Yeni olarak da isimlendirilen bu hareketin öncü temsilcisi olarak kabul edilen kişi Orhan Veli'dir. Şiir anlayışı olarak geleneksel olana ve eskiye tamamen karşı olduğu söylenen ve bunlara dair unsurları kullanmaktan kaçınan Orhan Veli'nin "Kitâbe-i Seng-i Mezar" adlı şiiri ile Bâkî'nin kaleme aldığı Kanuni Mersiyesi arasında kurulabilecek bir ilişkiden bahsedeceğim. Bu iki şiir arasında ilişki kurmamız için öncelikle aralarındaki benzerlikleri ortaya koymak gerekir. Öyleyse başlayalım. İlk olarak şiirlerde işlenen kişilerin isimlerine bakalım. İki isim de Süleyman'dır. İki isme ithaf edilen şiir de vefatları üzerine kaleme alınmıştır. Kısacası ikisi de mersiye (ağıt) niteliği taşımaktadır. Bu bağlantılar ilgi çekici gelebilir; ancak ortada bir de Orhan Veli poetikası gerçeği var. Kendisi kafiyenin bile ilkel insan işi olduğunu, onun sırf bir şeyi ezberlemek için kullanıldığını ancak sonradan ahenk olarak kabul edildiğini söyler ve bu sebeple kafiyeye de karşı çıkar. Oysa divan şiirinde ahenk en önemli unsurdur desek mübalağa etmiş olmayız. Ancak buna rağmen Orhan Veli de eskiye dair bir şeyleri şiirinde barındırmaktadır. İşte onlardan birisi de Süleyman karakteridir. Bâkî'nin kaleme aldığı Süleyman ile Orhan Veli'nin kaleme aldığı arasında belki de isim olarak bir benzerlik olsa da aralarındaki ilişki zıtlıklar üzerine kuruludur. Bâkî, cihan padişahı olan, dünyaya hükmeden ve derdi sıkıntısı o ölçüde olan bir insanı şiirine dâhil etmektedir. Orhan Veli ise tek derdi nasır olan bir Süleyman portresi çizmekte. İki Süleyman da dünyada dertten çok çekmiştir; ancak birisi içinde bulunduğu mevki ve sorumluluklardan, diğeri ise bir nasırdan... Bu tezatlık bize Orhan Veli şiirinin ironik yönünü de hatırlatmakta. Diğer bir taraftan bir Süleyman geride uçsuz bucaksız topraklar ve bir imparatorluk bırakırken diğer Süleyman’da bu durum tam tersidir. Orhan Veli'nin ironisi burada devreye çok net bir biçimde girmekte. Bir cihan padişahını alıp yerine kimsesi olmayan, nasırı ile dertli Süleyman Efendi'yi koymak ironisi Orhan Veli'nin aklına geldi dediğimizde çoğumuz şaşırmayı bırakırız. İşte bu örnekler ve bağlantılar ışığında aslında nasırından çeken Süleyman, padişah olana karşı bir Süleyman. İkisi de vefat etti ve ikisi de bir mezardan ibaret. Hatta bir mezar taşından. Burada Orhan Veli şiirinin meselesini görmekteyiz. Türk şiirinin "Garip" döneminden bir parça olan bu şiir ile Bâkî'nin padişahın ihtişamına uygun bir girişle başladığı mersiyesi arasındaki ilişki, edebiyatın tarih sürecinde geçirdiği dönüşümün de en bariz örneklerinden birisi olsa gerek. Bu dönüşüm yerini başka akımlara da bırakmıştır. Süleyman Padişah, muhteşem Süleyman, tüm cihanın yükünü omuzlarına alan Süleyman, tarihin kucağında bir dönem sonunda nasırdan çeken, yalnız ölen kimsesiz bir Süleyman ile bağlantılanacaktır. Bu da bize edebiyatın değişimini bariz bir biçimde göstermekte. Tarihin akan ırmağında kadim milletlerin kadim edebiyatları da bu akıntıdan nasibini almakta. Ne diyelim, iki Süleyman'a da rahmet olsun...

HENGÂM-I BAHAR

Selim Tokgöz


gündüzler uzuyor
sen ağlıyorsun.

gözlerinden dökülen incilerden
kolye diziyorsun gerdanına
kıskanıyor azfendak,

kıskanıyor bir zambak
-çiy damlalarıyla-
bir hengâm-ı bahar deminde
bürünemedikleri zerafetini senin.

sancıların, döşeğinde uyuyor mazinin
aman! narin gezdir can duvarında anı
irkilmesin berrak düşlerinle
ele/güne/yabana karşı yerden gelen hüzün



yorgunsun gibi.

ölüm sükûtu sinmiş yüzünü
yıka gölgemin damarlarıyla.

uzun acılar divanına
ser ağır başını boydan boya
serencamını bağrıma daya,
uzan da dinle
doya doya:

ıslık; dil ile dudak
arasından…
çığlık; gönül ve gırtlak
yarasından doğar.

ZIDDIN AHENGİ

Elif Musaak

Şu güzelim dünya düzeninde, öyle bir gaye hâsıl olmuştur ki iki zıt birbirine ölesiye mecbur bırakılmıştır. Biri hayatın can damarı sayılan kalbe sımsıkı sarılmış olan kadın, diğeri ise çoğu zaman mantalite esasını kendisine yol edinmiş beyin takımı erkek. Birbirinden olabildiğince uzak iki uç, zıt, siyahla beyaz misalidir varlıkları. Hayatın cilvesidir bu boş gururlarından hezeyan çırpınışları. Çoğu zaman düşündürür beni bu kadar farklıyken nasıl olur da yeri geldiğinde tek vücut olabilir bu iki dünya harikası. Malum, yaratılan her şey bir sebep üzere, ahsen-i takvimde var edilmişken bu muazzam düzenin zıtlığındaki hikmet nazarı, çoğumuzun kaçırdığı belki de ömürlere sığmayacak bir tefekkür sebebidir kim bilir. Sorgulamaktan çok teslim oluşun satırlarıdır bu karalananlar. Kaçışı olmayan hızla sürüklendiğimiz bu girdapvari ilişkinin sonucu özgürlük olmalı her iki taraf için. Varlıktaki yokluk gibi. Birbirine boyanmak gibi. Biraz pembe, biraz mavi gibi. Kana karışmak gibi.

Öyle bir sarılmalı ki verilen imtihan pusulasına, teslim oluşundaki armağan sana sunulanı sonuna kadar hak ettiğin niteliğini taşısın.

Erkek ve kadın hiçbir zaman eşit olmamıştır. Düzeni bozmak isteyenlerin çomağı “eşitlik safsatası”, sözüm ona modern çağ kölelerini yontmak için kullanılan en sessiz kan emicidir. Yaradılış hakikati gereği böyledir ki eşit değil, eş olarak yaratılmışlardır. Erkek de kadın da hayat rollerini gereği gibi üstlendiğinde eksik kalan diğer yarısını er ya da geç bulur ve tamamlanır (istisnaların kaideyi bozmadığı nasipler haricinde). Üstünlük yarışı ise asla değildir bir ömür sürecek olan bu yol arkadaşlığı. Bir üstünlük varsa o yalnızca takvadadır. Kadının meziyetleri farklı, erkeğin ise bambaşkadır. Misal vermek gerekirse erkek evin çatısı ve duvarlarıdır korur, saklar, örter. Kadın ise temelidir; o olmadan bina ayakta durmaz ki en başta inşası bile namümkündür. Yani kadın ve erkeğin misyonu başkadır. Kadının ayağı tökezlediği yerde erkek el verdiğinde, erkeğin nefes nefese kaldığı anda kadının bir bardak suyla imdada yetiştiğinde koşulsuz saygı hâkim olacaktır toplu iğne başı kadar yer etmedikleri sonsuz gökyüzünde.

Gücü, kuvveti de başkadır. Erkeğin bir tokadının acıtamadığı kadar çok acıtır kadının tek bir cümlesi. Yeri gelir ekmeğini taştan çıkartır ancak evdeki evladına ilk muallimesi annesi kadar tesir edemeyebilir. Tüm bunlara göğüs gerebilmek her şeyde olduğu gibi karşılıklı sevgi ve saygıdan geçecektir.

Allah; kadını erkeğe, erkeği kadına muhtaç ve örtü olarak yaratmıştır. Bunu bilerek hareket eden her hanım ya da bey bu bilinçle yuva kurar, aile olur ve birbirlerinin kusurlarını, eksikliklerini tolere ederse ilişkilerin ömrü de lezzeti de sonsuz olur.

Allah'ın rızasını istemek her ailenin ilk görevi, başkıstası olursa birçok dert veyahut sıkıntı zaten yok olacaktır. Eşler önce kendisinde hatayı arayıp sonra yol arkadaşlarına başvururlarsa sorunlar tamamen ortadan kalkacaktır. "Kusur arıyorsan tüm aynalar senin." demiş üstat. Allah için sevmekse hayatta en güzel nasihat.

Ne olursan ol. Önceliğin haddi aşmadan kul olabilme bilinciyle tesir edebilmek olsun çevrendeki tüm hakikat şehirlerine.

Sevgi ve dua ile.

ELİMDE OLSAYDI

Hüseyin Ersin

Elimde olsaydı
silerdim ömrümün
yanık izlerini
Söndürürdüm
bu yangın yerini
Alev almazdı bağrımı yakan ateş
kül olurdum
hüznün boğuk şehirlerinde
barışçıl düşler örerdim
burçlarına sevdanın.
……………………………….

Acının kervanına
masum bir kalkan olurdum
kurban olabilseydim İsmail’e
İsyan olurdum
asardım Nemrud’u
ibret-i âlemin gül bahçesinde
…………………………………………….

Yakıp yıkardım
tüm kötülükleri
Bozardım efsuni büyülerin kerametini
Okşardım saçlarını
gözleri sancıyla dolan
boynu bükük çocuklarımın.

Celladı olurdum
elimde olsaydı kavgaların
Çatlayan umudun
bir parçası olurdum
damarlarımda taşısaydım eğer
merhameti.

İNFAZ

Bülent Bulut

Cürümler işleniyor gönlümüzün sokaklarında gözümüzün gördüğü, kendimizce çoğu... Buna kanaat getiriyoruz. Suçlu bir de olsa birçok da olsa mühim değil. Kök suçluysa dal, dal suçluysa yaprak, yaprak suçluysa çiçek, çiçek de suçluysa; arı da, bal da o balı yiyen de kısacası herkes suçlu. İşte böyle bir toplu infazdan geçiriyoruz insanları ve bu infazdan kurtulduğunu sandığımız benliğimizle sırlı aynaların karşısına geçip ufacık bir pencereden seyrettiğimiz hayali pak tutma gayretindeyiz, o aynanın içinde temiz kalabileceğimizi sanıyoruz.

Esas aynanın, başkalarında gördüğümüz kendimiz olduğunu bilmeden...

Sınırlarımız var ve herhangi bir tavra en ufak tahammülümüz yok. Görenin de, görünenin de kendimizin olduğu hakikatini bize idrak ettirmeyen perdelerle kendi fikrimizin kuşatması altındayız. Zan piyonları esasen bize karşı, fakat gayret karşıdakini devirmek. Ne garip!

Mücrimleri önyargıladığımız günün her anı işlevini gören bir mahkememiz var. Fakat ortada adalet terazisi yok, hem bu mahkemenin olması gereken vicdandan bir hâkimi de yok. Mücrimin kendini savunmaya hakkı da, suçun nasıl işlendiğinin bir ehemmiyeti de yok. Ne de olsa bu zulmü yapan bizlerin indinde, başkalarının aslında ne yaptığı değil, yaptığının bize nasıl yansıdığı önemli olduğu için, bu durum umurumuzda olmuyor açıkçası. Birbirimizi, işte böyle hunharca bir infaza tabi tutuyoruz. Bu infazın adı önyargıdır, peşin hükümdür, su-i zandır... Biziz... Benim.

Görelim, tanıyalım, dinleyelim insanları. Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın bir şeyle herhangi bir hükme varmanın vahametini sık sık hatırlatalım kendimize. Asıl cehaletin, hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir şeyi araştırmayı reddetmek olduğunu da unutmayalım, ha bir de biraz polyannacılıktan zarar gelmeyeceğini...

Ufak bir rica,

Bu yazıyı bir de birinci tekil ağızdan okuyunuz lütfen.

ÜRKEK TİTREYİŞ

Mücahit Kılıç

Salâda sesi titreyen müezzinin ürkekliği var kalemimde
İçimde mezara düşen üçüncü kürek toprağın soğukluğu...
Saçlarım hoyrat kalkışmalar içinde
Beyaz kamuflajlara bürünmüş asker edasıyla

Bu hâl içre gönlüm dargın en uzun gecelere
Hangi nota dile gelip haykırır zalimlere?
Ürkek kalemim, hoyrat saçlarım.
Yetişin
Yetişin yetmişinde bir ayağı çukurda gözlerime

Ürkek kalemim
Pantolonunu yırtarak eve gelen çocuk kalemim
Gönlüme çatan acılar ve ellerim
Hatalarımın bataklığında beklerim
Zarif bir adam bilirim
Bağışlanmamı dilerim, ben de.

21 Nisan 2017 Cuma

Zamana Uymayan Kahraman

Nurullah Yiğit


Tutuşmuş
yetim duyguların ahşap kirişleri
mavi, sarı ve biraz kahverengi
sinmiş ifadesine
nostaljik pencerenin.

Unutmayın.
Devlerle savaşırken
bilincimi kaybettim.

koskoca kırk yılı vardır
“vakit yetmiyor” diyenlerin.

boşverin.

tuğlalar arasında
kokuşmuş emekler görünmüş
kazandım diyenler kaybetmiş,
zamanının gümüş zırhlı şövalyelerine.

“zamana uymayan, kahraman…”
ne de güzel denildi.

İşte Kahraman,
Zamana uymayan!

seyr-i setr

Selim Tokgöz


sofralarda emek artıkları varken
ve gözlerde hâlâ aşlar görüyorken
arş-ı âlâ yönünde diz çöken gönlüm;

lokmayı setrediyor dilime, hâlim.


başlar dik, işler eğik, düzen pespaye;
köşe bucak gezen her kucak sermaye.
nerde ağlayan er, dağlayan fer, gaye?

tokmağı setrediyor elime, zalim.


yaz güze döner, kırılır tınıyan saz;
açılmayınca dostu tanıyan pervaz.
öze dokunur, postu kanatan her naz;

hokkayı setrediyor ilime, âlim.