Elif Musaak
Kurtuluş Savaşı sonrası Anadolu’da bir taşra kentinin, özünü yeni dünya düzenine teslim ettiğindeki can çekişini iki farklı şahıs üzerinden anlatmıştır yazar Rasim Özdenören. Usta bir anlatıma sahip olmasının yanı sıra bu eserinde şiirsel ifadelere de yer vermiştir. İslami kimliğiyle tanınan bir öykücü olmasına rağmen inandığını okuyucuya asla dayatmamıştır.
“Şehir yıkıntıları. Ve insan yıkıntıları.” (s. 5).
Kahramanların biri, kitaba ismini veren “gül yetiştiren adam” diğeri ise isimsiz genç bir yazardır.
Hayata karşı duruşu, savaşta arkadaşlarının şehit olup kendisinin hâlâ yaşıyor oluşundaki mahcubiyet, kendini cezalandırmaktan çok, yeni düzene karşı protestosunu diri tutabilmek adına 50 yıl kendini evine hapsetmesine rağmen, kokusunu duyanı meftun eden, benzeri olmayan çeşit çeşit güller yetiştiren, yaşını almış ama bıçkın delikanlılara taş çıkartacak kadar davasına vefa gösteren; saygıyı yaşayışı ile çoktan hak etmiş bir adamdır. “… her şey, bütün nesneler yaratılışlarındaki amaca doğru yürüyüp gitmektedirler: kara gecede, kara taşın üstündeki kara karıncanın kıpırtı bile denetim altındayken som bilinç olan insanın -elbette insan’ın- kendini denetimden uzak sayması mümkün müydü? Mümkün müdür?” (s. 14).
Diğer yanda modernleşme şuursuzluğu ile dilleri yabancılaşan, bilinçlerinin üstünü toprakla örtmüş kişiliklerin arasında, her ne kadar özünü korumaya çalışıp, kendini sorgulayıp bu düzene ait hissetmese de çoktan metropol hayatının kucağına düşmüş genç bir yazar vardır.
“Kiss me, diyor Sitare.
Sitare diye fısıldıyorum.
Oh, Come on, diyor.” (s. 12).
Nerede ve nasıl tanıştığını bile hatırlamadığı, kendinden yaşça büyük kocası Çarli sayesinde zengin, çevresinin bir ailesi olduğunu unutacak kadar normal yaşantıdan kopmuş, her erkeğe sevgilim deyip yanına ilişen, aşka inancı olmayan, özüyle alakası bulunmayan, oradan oraya savrularak hayatını girdaba sürükleyen, korkusuz, başına buyruk, kumarbaz, güçlü görüntüsü altında yatan çaresiz, umutsuz ve en mühimi mutsuz bir kadın Sitare. Ve birbirine ayak uyduran arkadaşları Tansel, Zelda, Yavuz.
Sitare ve eşi Çarli’nin evinde bir eğlence gecesinde, “Herkes yiyor, içiyor, gülüyor, eğleniyor, Sitare yeni sevgilisini kolluyor, bir ara gidip onun oturduğu koltuğa ilişiyor.” (s. 15). Gerçeklerinden ve inancından ardına bakmadan son sürat uzaklaşmanın, sonu hüsranla biten hazin bir intihardır Sitare için. Batılılaşma sevdası ve sözüm ona özgürlük adı altında ruhlara vurulan prangaların sonucu çarpık ilişkilerin kısır döngüsü hepsini yapay hayattan soğutacaktır. “Yani herkes her şeye hazırdır: ibadete ve isyana. İbadetten isyana ve isyan edişteki ibadete.” (s. 73).
50 yılın ardından bir sabah namazı vakti torununun çocuğuyla camiye doğru çıktığı evinden, parke taşlarının örttüğü, yükselen binaların gölgelediği, araba seslerinin yuttuğu, fötr şapkaların ele geçirdiği anılarını göremediğinde, isyan bayrağını tamamen inandığı gökyüzüne çekmiştir gül yetiştiren adam. İnancının verdiği gür bir sadâ ile seslenir cemaate: “... içinizdeki İslâm’ı gösterin. Çünkü İslâm, sizin üzerinizde görünmek ister. İman gizlidir, İslâm açık. İman kalbdedir, İslam zahirde.” (s. 133).
Herkes, her şey değişmiştir; tabiat ve gökyüzü dışında. Bedenlerin sonsuz uykuya yattığı toprak aynıdır ama. İşte tam da bunu anlatmak istemiştir belki de bizlere bu eser. Çırılçıplak bir gerçeğin ortasında, göç çoktan başlamış olsa dahi tek bir gerçek vardır ve o hiç değişmeyecektir. Gül yetiştiren adamın yaptığı gibi hak her zaman batılın karşısında dimdik duracak ve kazanacaktır. Sitare gibi kayıp giden bir nesil olmaktansa eşi benzeri bulunmayan, kokusu birkaç mahalle öteden duyulan güller yetiştirebiliyor olmak gerek dört duvar arasında.
Özgürlük, sonsuza ektiğin fidanlar kadardır. Sınırsızdır ve bu dünyada mümkün olmayacaktır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder